ÇEVRE VE ETİK
- HÜLYA GÜL
- 15 Mar 2016
- 3 dakikada okunur
Doğduğumuz andan itibaren bizi büyümeye zorlayan iki türlü güç vardır. İlki içten gelir ve kendiliğinden vardır. Doğamız gereğidir ve tüm canlılar isteseler de istemeseler de büyürler. Bu güç, genetiğimizde motor kuvveti olduğu için an be an değiştirir , geliştirir bizi. Start düğmesine basılmıştır bir kere, ölüm hariç durdurulamaz.
Diğer güçte dışardan gelir. Aslında o da dışardan gelmesine rağmen içimizde ruhsal büyüme gücünü tetikler. İnsanın toplumsal bir varlık olması gereği onu toplum içinde biçimlendirir. Yaşanılmış tecrübeler, edinilmiş bilgilerin yoğurulması ile insan ruhunun nasıl biçimlendirilmesi gereğini kurallar zinciri ile oluşturmuştur. Yani içsel büyüme gücümüzü fizyolojik ve biyolojik olarak deneyimlerken psikolojik büyümeyle birleştirip insan olma vasfımızı gerçekleştirmeye çalışırız. Önce çocuk, sonra ergen ve en nihayetinde olgun insan oluruz.
Bir düşünelim şimdi bu dediklerimizi. Doğan bebeğe nasıl bakılması gerektiğini, tecrübeli annelerden ve bu konuda yapılmış araştırmalardaki tesbitlerinden öğrenmez miyiz? Bebek büyüdükçe de fizyolojisine uygun beslenme programı uygular, algısına uygun oyuncaklarla onu eğitiriz. Peki bu bilgiler olmasaydı. Bu eğitim ve kurallar olmasaydı. İnsan yavrusunu doğaya bıraksaydık ne olurdu? Tarzan …Demek ki insanı insan yapan durum toplumsal bilgiyle birlikte yoğurulması. Biz buna ahlak diyebiliriz, etik diyebiliriz, toplum genetiği diyebiliriz.
Şimdiye kadar olan konuştuğumuz kısım insanın toplum içindeki büyümesi ve etiği idi. İnsan nerde var olmuştur? Dünya üstünde değil mi? Yürümesini dünya üstünde yerçekimi kanunu sayesinde gerçekleştirmiştir. Beslenmesini çevresindeki doğadan temin ettiği meyve ve sebzelerden , hayvanlardan elde etmiştir. Yani doğa olmadan insan yaşayabilir mi? Doğa da tıpkı insanı bir anne gibi bakıp büyütüp beslememiş midir? İnsanı doğadan ayırmak mümkün müdür? Bu şekilde düşündüğümüzde bizi saran sarmalayan doğa en büyük annedir. Bu yüzdendir ki eskiler onu besleyen toprağa ‘Toprak Ana’ demiştir. Tıpkı bir anne gibi karşılık beklemeden veriyordur sürekli. Sonuç olarak bizim, insanlığın da doğa ile arasında kopmaz bir ilişki vardır. Bu tamamen değişmez doğa yasaları ile sınırlıdır. Doğa yasaları net ve açıktır. İnsan doğa yasalarını bedensel olarak kabul etmiştir. Zihinsel olarak da anlamak için çaba göstermektedir. Dikkat edin anlamıştır demiyorum. Çünkü anlamış olsaydık bugün halen doğayı kirletmek için uğraşmazdık.
Bugün insanın durumu annesine saygıda kusur eden onu küçümseyen çocuk gibidir. Tabii ki bazı kültürler doğa anayı anlamış ve onunla uyum içinde yaşamıştır. Bunun en güzel örneği Kızılderililer’dir. Topraklarını beyaz insan işgal ettiğinde, aslında korumak istedikleri sadece kendileri değildir. Doğa anadır. Bir Kızılderili reisin , Duwarmiş İndian Reisi Seatle, toraklarını satın almak isteyen dönemin Amerikan Başkanı Roosvelt’e olan mektubu duruma çok güzel bir örnektir:
‘-Kızılderili adam onun topraklarına giren beyaz adam karşısında her yerde geriledi. Fakat bizim babalarımızın külleri kutsaldır, onların mezarları mübarek topraklardır. Biz beyaz adamın bizim düşünümüzü anlamadığını biliriz. Toprak onun kardeşi değil düşmanıdır, onu elde ettikten sonra ilerilere gider, babalarının mezarlarını geride bırakır ve onlarla bir daha ilgilenmez. O, toprağı çocuklarından çalar ve yine ilgilenmez. O, annesi olan toprağı ve kardeşi olan gökyüzünü satılacak ve talan edilecek şeyler gibi ya da koyunlar veya parıldayan inciler gibi satın almak için kullanır. Onun açlığı dünyayı saracak ve geride her tarafta çölden başka bir şey kalmayacak.
Ben Kızılderili bir adamım. Bir Kızılderili gölün üstünden gelen rüzgarın mülayim gürültüsünü sever. Öğleyin yağan yağmurun temizlediği, taze çam yapraklarının ağırlaştırdığı rüzgar kokusundan hoşlanır. Çocuklarınıza bizim çocuklarımıza öğrettiğimiz şeyleri öğretiniz. Toprak bizim annemizdir. Toprağın başına gelenler onun çocuklarının da başına gelir.’ Demiştir.
Doğayla savaşan bir insan değil , onunla uyum içinde yaşayan bir insan olmalıyız. Bu bilinci nerde kaybettiğimizi ve nasıl kazanabileceğimizi düşünmeliyiz. Doğa ve insan arasındaki etik bu merkezde olursa ancak yaşanılası bir dünyamız olmaya devam eder .

Commenti